Mavi En Güzel Ritimdir

BessiesmithRock ile ilgili müzik çalışmalarında  hem araştırmacılar hem de müzisyenler tarafından üzerinde uzlaşılmış bir gerçek vardır: Rock’ın temeli Blues’dur. Rock ile Heavy Metal’de Afro-Amerikalıların müzisyenler olarak ağırlığı ise görülür derecede değil göze çarpacak düzeydedir. Bir diğer genel kanı, gözlem ve düşünce ise  çoğu rock ya da metal sahnesine gönül vermiş birey Blues ” âşığı” değildir. Tabiri caizse, bu sahnelerin sadık üyeleri “atalarına” o kadar da bağlı değillerdir zira onları var eden bağımsızlıklarıdır; fakat saygıda kusur etmezler… Hiçbir metal konseri  ısınma turlarında Blues çalınmaz ya da metal barlarda müşteri kovalamak için Jazz. Çok az metalci vardır ki özgürlük tartışmasını Afro-Amerikalıların “efendilerine” olan başkaldırısıyla başlatsın. Fakat bitmez dinmez bir didişme hep vardır: Metal, Led Zeppelin ile mi Black Sabbath ile mi vücut bulmuştur? Blue Cheers üzerine uzlaşma sağlanmış gibidir. Fakat tarihi belirli düzeyde “ortak duyusuyla” yorumlayan müziksever, Jimmy Page’in gitarı ile Tony Iommi üzerinden hararetli tartışma açmaya  çok daha heveslidir. İki grubun da İngiltere’nin can sıkıcı bölgelerinden geldiği konusu pek açılmaz. Çalışan sınıf ebeveyn çocukları olduğu konusuna ise pek dalınmaz. Metal camiasının heyecanlı, genç üyeleri daha ziyade bunu bir sertlik, gitar tonlaması, vokal tekniği üzerinden yapmayı tercih eder. Black Sabbath’ın korku ve karanlık üzerine sözlerinin temelinde, mahalle sinemasında gösterilen korku filmlerinin hınzırlıkları  gözden kaçırırlarsa konu birden “Karanlıklar Prensi” hususuna takılır. Ne zaman ki Ozzy Osbourne boynunda haç ile ortalığa çıkar o zaman sinkaflı sözler yükseliverir: “Hani karanlık, nerede prens!”


İki grubun da sıkı müzisyenlerinin kendilerini anlatırken selam çaktıkları ilk şey etkilendikleri müzikler olur. Ardından bunları birleştirerek nasıl daha özgür ve özgün olabildikleri gelir. Ne Jimmy Page “skiffle”ye küfreder ne de folk müziğe; Iommi her daim saygıyla anar Blues’u. Nasıl kendileri olduklarını paylaşırken üç kuruşa zar zor alabildikleri gitarın tonunun da hakkını yemezler.
Tartışmalar metalcileri sosyal moshpit’e itedursun tam o esnada İngiliz Progressive Rock Müziği arz-ı endam eder: Sıkı müzik bilgileri, stüdyoda geçirilen saat başına alınan parayı karşıya bilmeleri, üzerlerine “orta sınıf” olarak yazılar üretilen o virtüözlük derecesindeki sağlam müzisyenleri ile Prog.Rock. Artık işin rengi değişmiştir. “Beyaz İngiliz” olarak yükseldikleri camiada Punkları kızdırırlar; hatta Punk, onlara duyulan öfkeyle yükselir. Dakikalar boyu süren parçaların içine jazz’dan klasik müziğe birçok tür yuvalanmıştır. Çalışan sınıfın değil “orta sınıfın” içerisinde tartışılır. Punk’ın Prog.Rock ile husumeti bitmez; Metal’le hafiften dans ettiği olur: Grindcore ya da Crust bunun iyi örnekleridir. Fakat sürecin kendisinde var olan, esinlenilen Death Metal saygıyla anılırken Death’ın öncülü Thrash itelenir. Blues tartışmaya açılırken “pek sevmemler” havada uçuşur fakat kendisine saygıda kusur edilmez. Bilense bilir Blues, aynı gibi duyuluyor sanılırsa da bölgesine göre kendini başka bulur, başka var eder.
Yukarıda saydığım müzik tür ve alt-türlerinin kısaca tek bir ortaklığı vardır: Blues. Onlara özgürlük kapısını açandır; olmayan ülkeyi sunan değil. Şeytan ile danslarını anlamlı kılan Robert Johnson’dır; brutal vokal yapacak kadar kudretli kadının öncülü Bessie Smith’dir. Çoğu “extreme” metalci belki oturup saatlerce Blues dinlemez odasında ama buna saldırarak da harcamaz enerjisini. Zamanla müziklerinde Blues’u ya da Jazz’ı bulduğumuz metalciler de az değildir. Müziklerinde yaşayan Blues’dur ama aslında var olan kendi özgünlükleridir. Blues ile çoğalmayı tercih ederlerken aradıkları aslında çok da özgür ve özgün kendileridir. Ama şöyle bir tür de hiç olmamıştır: Blues-Black Metal ya da Blues-Alman Thrash vs.

Eğer bir metalci, Zeppelin ile Sabbath arasındaki tartışmaya bunlardan birinin “metalin atası değildir” iddiası ile başlarsa ve eğer Blue Cheer’i bilmiyorsa yapılacak olan “tatava yapma dinle geç” değildir kanaatimce. Hikâyeye efendisinin önünde eğilirken sessizce osuran Afro-Amerikan’ın Blues’una selam çakmakla başlamak şık duruyor en metalci gönlümde. Ritmi elindeki çapayla, tüm yoldaşlarıyla birlikte ortak düşmana karşı tutan kölenin mücadelesini köşeye atıp doğrudan gitar alacak parayı nasıl bulduğu üzerinden Blues müzisyenine küfretmeye başlarsak sanki işin rengi biraz değişir. Mücadele amacına ulaştıkça tartışılacak çok konu var zira: Çapa, Çekiç, Orak, Jazz, Bebop, Teksas Blues, Swing, R&B, Rock’n’Roll, Rock, Heavy Metal, Prog.Rock, Punk…

 

Blues efendi bir müzik değil; karşı durduğu nice Efendiler var ve olacak da… Sadece birini yıktı diye de Efendi olamaz.
Elimizde sadece gitar var ise ve tüm dünyayı Blues görmeye başladıysak sorunumuz büyüktür; sert metalcilersek ve Blues’a karşı sükûneti kaybettiysek, zaman efendilerin zamanı olmaya gebe de olabilir. Kavga etmeyelim demiyorum… “Kederi” anlayıp sevinçle tüm özgürlükçü gitar müziklerini kucaklayalım diyorum…Mavi en güzel renk değil miydi en nihayetinde?

“Efendice” beraber müzik dinlemeye davetlisiniz…

En son bunu yaptığımda burnumu kırmışlardı ama direği sızlamıyor; feda olsun… Her müzik türü birbirini yutmadan var olmaya niyetlendikçe daha da rafine olabilir mi “türler”  diye de hayal kurmaktan geri durmaya gerek var mı?

Not: Yazı herhangi metafor içermemektedir. Bazı konularda imalar ise söz konusudur.

 

Mavi En Güzel Ritimdir” için 2 yorum

  1. Ukalalık olarak görmeyin ama “Blue Cheers” değil “Blue Cheer”. Ben de sizin sayenizde öğrendim. 🙂

Yorum bırakın