Bana Bir Şarkı Verin Masayı Yerinden Oynatayım…

archimedes2014 yılında kendimi “iyi” hissettiren müzikler oldu; en az “kötü” hissettirenler kadar. Beni iyinin ve kötünün ötesinde bir yerlerde köşeye sıkıştıranlar ise hepsinden de güçlüydü. “Sanat dünyalarının” birlik duygusuyla yüceleşen birçok müzik eşliğinde güzel şaraplarla sarhoş oldum. Yeniyi ararken, beslendiğim sanat dünyalarının “sıradan” yoldaşları oldu. Bu yoldaşlar bazen Youtube’un müdavimleri idi bazen de ise kulak kabarttığım bilindik otobüs yolcuları. Bu durumlarda aklıma Simon Reynolds geldi. Reynolds, binlerce plağa ve CD’ye sahipken, bunları çalmayıp bir anda kendini Youtube dehlizlerinde birbirinden farklı müzikleri düşük kalitede dinlerken bulduğunu anlatır. Howard Becker ise “sanat dünyalarının”, yaratım için gereken tüm malzemelerinin üreticisinden sanatçısına geniş bir birliktelik süreciyle oluştuğundan bahseder.

Simon Reynolds kaybolan birlikteliklerin neden yeniyi soluklaştırıp eskinin öne çıktığını sorduğunda ise zihnim karıncalanmaya başlar. Sonunda kendimi, modern dans ile bale arasındaki farkı sidik yarışına sürükleyen bir sohbetin ardından Ankara havasında oynarken bulurum. Aslında o esnada düğün müzisyeninden modern dansçıya bir dünyanın parçası olmuşumdur.

“Alışılagelmiş ve yerleşik uygulamaların” içerisinde, sanat olmadığını tartıştığımız her insan eyleminin kıyısında derdimizin aslında “iyi” ve “kötü”nün diyarına erişmek olduğunu aşırı kalabalık sohbetlerde unutabiliyoruz kimi zamanlar. Her sene bir diğerinden o kadar iyi gibi gelmese de 2014 sanki bana birçok birlikteliğimi kaybettiğim, aşırı kalabalık bir yıl gibi geldi bu sefer. Öznel bir durum olduğu muhakkak tabi ki!

Adorno odasında yalnız başına müzik dinleyen ve bu dinleme eylemini politikleştiremeyen bireye katlanamadığını belirtir. Onun için varsa yoksa “alışılagelmiş ve yerleşmiş uygulamaların” ötesinde, bilindik tüm tonların, ezgilerin ötesindeki “yeni müzik”tir. Katıldığım bir yaklaşım fakat şu konuda konuyu biraz da birliktelik konusuna getirmek daha anlamlı geliyor bana şu an. Alec Wilder, American Popular Songs: The Great Innovators 1900-1950 kitabında, bu dönemdeki birçok şarkının oldukça benzer kalıpları izleyerek üretildiğini belirtir. Akorlar ve nota “benzeşimiyle” yapılan yüzlerce şarkı aslında bir diğerinin sanki “hınzır” tekrarlarıdır. Bu noktada tüm “asil” ve “elit” yaklaşımımızla her birinin diğerine benzeyerek piyasaya hizmet ettiğini hoyratça iddia edebiliriz. Fakat bir eğlence toplantısında bu şarkıları dinleyene kadar birbirlerine yan gözle bakan, duydukları anda ise gülümseyip ritimlerine ayak uyduran insanların birliktelikleri hakkında neler diyebiliriz? Birçoğunun baskın kültürün ve siyasi atmosferin yancıları olduğunu da öne sürebiliriz. Benim kafamı kurcalayan ise ortaya çıkan o ruhun ne şekilde canlanabildiği ve tüm alışılagelmişlikler ile birlikte “politikleşmeyi” ne şekilde diriltebileceğimiz soruları. Örneğin ben “eski 45’lik”lere mesafeli dursam da, uzun bir dans seansından sonra, hınzır bir mizah ve espri treniyle, o kadar eskimeyenin ne olduğu sorusunun ardından olası bir “politik” birliktelik çıkartabiliriz diyorum, imkansız mı bu? Ya da Micheal Jackson “Bad” üzerinden, “kötünün” ne olabileceğine dair fikirleri birkaç dakikalığına masaya atıp dansa devam etsek geceden arta sadece ter ve ten mi kalır? Kolektif olanı soluklaştıranın “alışıldık” müziğin değil de eğlencemizi bu üç dakikalık düşünce eslerine kapattığımız durumunun kendisi olduğunu iddia ediyorum. Bu eslere kapalılıktan ötürü “buraya dans etmeye geldik” fikrinden hoşlanmıyorum artık. Her şeyi bölüp parçalayan bu hain dünyanın ortasında dansı da müziği de tüm dünyadan bölüp ayırmak da neyin nesi anlamak çok zor.

Müzik bana anılarımı en canlı halleriyle anımsatan dünyalardan biri. Biyolojik olarak kokunun en kalıcı hafıza uyarıcı olduğunu reddetmiyorum fakat müzik bana şeytanda gizli ayrıntıyı sunabiliyor çoğu zaman. Uzun zamandır “Akdeniz Akşamları”nın detone taklidini yapıp gülsek de yaş kemale erince –ama asla aşağılama amacı gütmeden eseri- geçmişte elimizde gitarla söylediğimiz günleri ya da Yaşar Kurt’un “Korku”sunun nakaratını nerelerde bağırdığımızı hatırlayabiliyorum tüm netliğiyle. İyi gitar çalan genç bir tatilcinin peşine düşülür, gece ortam ayarlanır ve kimse kimsenin gözünü görmeden kısık ateşte şarkılar söylenir. Geriye kalan dostluklar da olabilir tersi de. Fakat üzerinden yıllar da geçse, mizahın ya da vicdani retçiliğin ne olduğunu bilmediğimiz günleri düşündürtür şarkılar. Arabada dinlediğim bir Anathema şarkısının muhasebesiyle uzun bir fikir yolculuğu yapabilirim. Manowar dinlediğim için küçümsendiğim zamanlarda hissettiğim öfkeyi neden Death Metal’den çıkarttığımı ayrıntılandırabilirim. Tüm birlikteliklerimin nelerden oluştuğunu seslendirebilirim. Kısaca geçmişim ve şimdi arasındaki tüm birlikteliklerle bağımı kurabilirim. Alıştığım fakat herşeye rağmen yıkılan, manevi dünyamda yerleşmiş birlikteliklerimin köklerini diri tutanın sadece aklıma takılı kalan nakaratlar olduğunu anlamak için tek bir İlhan İrem şarkısı yetebilir.

Kişisel olan politik, müzik kişisel ve de politik olana gebedir. Gözümde büyütmeye çalıştığım bir dünyadan değil her sene gözümde daralan birlikteliklerimi diriltebilecek dünyalardan yalnızca birinden bahsediyorum.

Dans etmeyelim demiyorum masayı yerinden oynatalım diyorum.

Bana bir şarkı verin masayı yerinden oynatayım…

Yorum bırakın